Ticaret savaşı değil emekçilerle savaş
Trump’ın ticaret savaşlarını zirveye çıkardığı bir dönemde ABD ile AB arasında yapılan anlaşma, Fransa’da tepki topladı. Anlaşmanın faturası emekçilere yüklenecek. Hükümet, borç krizini gerekçe göstererek sosyal haklarda kesintileri, iş yasalarında esneklikleri ve kamu hizmetlerinde daralmayı hızlandırmayı öngörüyor. Lutte Ouvriere’dan (İşçi Mücadelesi) seçtiğimiz makalede, emperyalist ülkeler arasındaki ticaret savaşlarının nasıl emekçilere karşı bir sosyal savaşa dönüştüğü gözler önüne seriliyor.
Almanya’nın başı çeken üyelerinden biri olmakla övündüğü ‘Batı’ sadece desteklediği veya bizzat katıldığı savaşlarla öldürmüyor; istenmeyen hükümetlerin devrilmesi için yürürlüğe sokulan yaptırımlar yılda yarım milyon insanın ölümüne yol açıyor. Alman haber programı Tagesschau, yaptırımların ölmeyenler arasında da nefret duygularına bağlı cesurluğa da yol açtığı tespitini yapıyor.
Geçtiğimiz hafta Birleşik Krallık tarihindeki en büyük sektör grevlerinden biri gerçekleşti, konaklama sektöründeki otel çalışanı genç işçiler, İskoçya’nın Glasgow kentinde greve çıktı.
ABD-AB anlaşması: Ticaret savaşı değil, emekçilere savaş
Lutte Ouvriere
Fransa
Trump’ın yeni gümrük vergileri Avrupa’yı hedef alırken, Fransa hükümeti krizin faturasını işçilere kesmeye hazırlanıyor.
ABD Başkanı Donald Trump’ın ithal ürünlere getirdiği yeni gümrük vergileri 7 Ağustos’ta yürürlüğe girdi. Avrupa Birliği ile yapılan müzakereler sonucunda, pek çok ürün için yüzde 15 oranında ek vergi uygulanması kararlaştırıldı. Bu gelişme, Fransa’da hem iktidar hem de muhalefetteki birçok siyasi temsilci tarafından “Avrupa’nın teslimiyeti” olarak yorumlandı. Ancak bu tepkiler, öncelikle Fransız sermayesinin çıkarlarını savunma kaygısıyla öne çıkıyor. Toplumdan da bu çıkarlara destek vermesi isteniyor.
Oysa kapitalist sistem başından bu yana güçlü olanın sözünün geçtiği bir düzene dayanıyor. Bu gerçeği en iyi işçiler biliyor: İş bulma, barınma ve geçinme mücadeleleri, bu adaletsizliğin somut göstergesi.
Trump yönetimi, kriz içindeki kapitalist sistemde ABD sermayesini korumaya yönelik gümrük duvarlarını yükseltiyor. Bu politikaların esas kazananı yine büyük şirketler olurken, kaybeden taraf ise işçiler olacak. ABD’li emekçiler fiyat artışlarıyla karşı karşıya kalacak. Fransa’da ise büyük şirketler, bu yeni duruma doğrudan ABD yönetimiyle görüşerek uyum sağlama çabasında.
Fransa’da da benzer şekilde faturayı işçilere çıkarma hazırlıkları gündemde. Patronlar, “rekabet gücünü artırma” gerekçesiyle işten çıkarmalar, üretim baskısını artırma, ikramiye ve sosyal haklarda kısıtlama gibi adımlar atmayı planlıyor.
Fransa hükümeti, bu taleplere paralel olarak yeni düzenlemeleri devreye sokmayı tartışıyor. Bayrou, resmi tatillerin kaldırılması, iş yasalarının esnetilmesi ve ücretli izinlerin şirketler tarafından satın alınabilmesi gibi önerilerle gündeme geliyor.
Bununla birlikte, kamu harcamalarında 44 milyar avroluk kesinti planı devreye sokulmak isteniyor. Bu kesintiler, başta emekliler, hastalar, işsizler ve sosyal yardımlardan yararlanan kesimleri doğrudan etkileyecek. Yeni okul, hastane ve sosyal konut projelerinin rafa kaldırılması da gündemde.
Temmuz ayından bu yana hükümet üyeleri birer birer bu politikaları açıklıyor. Son olarak Çalışma ve Sağlık Bakanı Catherine Vautrin, sosyal güvenlikten yararlananların banka hesaplarının, sağlık geçmişlerinin ve mülk bilgilerinin denetleneceğini duyurdu. “Sahtecilikle (yolsuzluk) mücadele” adı altında gündeme gelen bu uygulamaların, özellikle dar gelirli emekçileri hedef aldığı eleştirileri dile getiriliyor.
Bu politikalar karşısında toplumda büyüyen bir tepki söz konusu. 10 Eylül için sosyal medya üzerinden eylem çağrıları yapılmaya başlandı. Ancak bu tepkilerin etkili olabilmesi için örgütlü bir mücadeleye dönüşmesi gerektiği ifade ediliyor. Aksi halde, emekçilerin yaşam koşullarında onlarca yıl geriye gidiş yaşanabileceği uyarısı yapılıyor.
Pek çok sendika ve işçi temsilcisi, bu sürece karşı mücadelenin sadece hükümet değişikliği talebiyle sınırlı kalmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Hangi siyasi iktidar gelirse gelsin, üretim araçları ve karar mekanizmaları sermaye lehine çalıştığı sürece, sömürü düzeninin süreceği vurgulanıyor.
Kapitalizmin krizlerine karşı emekçilerin kolektif gücüyle yanıt verilmesi gerektiğini savunan çevreler, esas çözümün toplumsal denetimin üretimi sırtlayan işçilerin eline geçmesinden geçtiğini belirtiyor.
Çeviren: Ali Rıza Yıldırım
Yaptırım politikaları yoluyla katliam
German Foreign Policy
Almanya
Yakın tarihli bir araştırmaya göre, ‘Batı’ yaptırımları nedeniyle her yıl yarım milyondan fazla insan ölüyor; bu sayı, savaşlardaki çatışmalarda ölenlerin ortalama sayısının yaklaşık beş katı.
Almanya ve AB de dahil olmak üzere transatlantik güçlerin yaptırım rejimleri, etkilenen ülkelerde her yıl yarım milyondan fazla insanın hayatına mal oluyor. Tanınmış tıp dergisi The Lancet tarafından geçen hafta yayımlanan yeni bir araştırmanın sonucuna göre, her yıl ortalama 564 binden fazla insan, yaptırımların sonucu olan açlık, tıbbi bakım eksikliği ve yardım eksikliği nedeniyle ölüyor. Çocuklar ve yaşlılar bu durumdan ortalamanın çok üzerinde etkileniyor. Yaptırım mağduru sayısı, savaşlardaki çatışmalarda her yıl ölen insan sayısının tam beş katı. The Lancet’te sunulan araştırma, vaka çalışmalarına dayanarak uzun zamandır bilinenleri kapsamlı bir şekilde doğruluyor. Örneğin, 1990’larda Irak’ta o dönemde uygulanan yaptırımlar nedeniyle yarım milyon çocuk hayatını kaybetti. ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, 1996 yılında yaptırımlarla güdülen siyasi hedeflerin “bedelinin karşılığını verdiğini” belirtmişti. Örneğin, Afganistan’a uygulanan yaptırımlar, bugün hâlâ halka büyük zarar veriyor.
The Lancet dergisinin güncel sayısında yer alan yaptırımların sonuçları üzerine yapılan çalışma, yüksek ölüm sayısını çok sayıda temel ihtiyaç maddesindeki kıtlığa bağlıyor. Raporda, yaptırımların etkilenen ülkelerin tedariklerini, özellikle de sağlık hizmetlerini azaltmak zorunda kalmasına yol açtığı belirtiliyor. Tıbbi malzemeler, gıda ve diğer temel ürünler de artık ithal edilemiyor; çünkü hedefli mali yaptırımlar ithalatın karşılanmasını imkânsız hale getiriyor. Ayrıca rapor, yardım kuruluşlarının faaliyetlerine getirilen kısıtlamaların genellikle şikâyet konusu olduğunu belirtiyor: Ya yaptırımlar faaliyetlerini nesnel olarak engellediği için ya da yaptırımların genellikle tamamen şeffaf olmayan ağı göz önüne alındığında, kuruluşlar ilgili riskleri üstlenemeyeceklerini hissettikleri için şikâyet ediliyor. Çalışma, yıllık ölüm sayısını ortalama 564 bin 258 olarak hesaplıyor; bu, savaşlarda, operasyonlarda ölen yıllık ortalama insan sayısının (yaklaşık 106 bin) beş katından fazla ve savaşlardaki gerçek ölüm sayısıyla (sivil ölümler ve savaş sonucu ölenler dahil) hemen hemen aynı sayı.
Lancet, ölümlerin yüzde 77’sinin 15 yaş altı veya 60-80 yaş aralığındaki gruplarda meydana geldiğini açıkça belirtiyor: Çocuklar, ergenler ve yaşlılar bu durumdan şimdiye kadar orantısız bir şekilde etkileniyor. Ölümlerin yüzde 51’i beş yaşın altında. Günümüzde dünya genelindeki tüm ülkelerin yüzde 25’i yaptırımlardan etkileniyor. 1960’larda bu oran yalnızca yüzde 8’di. Araştırma, BM tarafından uygulanan yaptırımlar ile ABD veya AB ülkeleri tarafından uygulanan yaptırımlar arasında önemli bir fark olduğu sonucuna varıyor. BM tarafından uygulanan yaptırımlar -uluslararası hukuk tarafından tanınan tek yaptırımlar- genellikle ölümlerde ölçülebilir bir artışa yol açmıyor. Öte yandan, ABD ve AB ülkeleri tarafından uygulanan yaptırımlar, genellikle yaşam koşullarını kötüleştirerek veya en azından davranışlarını değiştirmeleri için halka giderek artan bir baskı uygulayarak, sevilmeyen hükümetleri devirmeyi açıkça amaçlamakta. Dahası, ABD ve AB, ekonomik güçleri ve para birimlerinin ağırlığıyla, yaptırımlar yoluyla ekonomik zarara yol açabiliyorlar.
Yaptırımların etkilenen ülkelerin halkları üzerinde yıkıcı sonuçları var; hatta savaştan bile daha yıkıcı olabiliyor. Örneğin, 1990 yılında Irak’a uygulanan yaptırımların, kişi başına günlük kalori tüketiminin 1989’daki 3 bin 120’den 1995’te 1093’e düşmesine neden olduğu belgelendi. Yaptırımlar nedeniyle Irak’ın sağlık bütçesi önceki seviyesinin onda birine düşürülmek zorunda kaldı. İçme suyu arzındaki çöküş, kolera gibi hastalıkların yayılmasını kolaylaştırdı. 1999 yılında, dönemin UNICEF Direktörü Carol Bellamy, “1980’lerde görülen çocuk ölüm oranlarındaki önemli düşüş 1990’larda da devam etseydi, 1991’den 1998’e kadar geçen sekiz yılda beş yaş altı çocuklar arasında toplam yarım milyon daha az ölüm meydana gelecekti” demişti. 1996 yılında, siyasi hedeflerin o dönemde yarım milyon çocuğun (beş yaş altı ve üstü) ölümüne “değer” olup olmadığı sorulduğunda, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, “Bu bedeli hak ettiklerine inanıyoruz.” cevabını vermişti.
Beşar Esad döneminde ABD ve Almanya başta olmak üzere AB tarafından Suriye’ye uygulanan yaptırımların da halk üzerinde yıkıcı etkileri oldu. Finans ve ulaşım sektörlerini vurarak, gıda ve ilaç ithalatını etkili bir şekilde engellediler. Bu yaptırımlar Suriye tarımına da zarar verdi: Ne gübre ne böcek ilacı ne de tarım ekipmanının Suriye’ye ithal edilmesine izin verildi. Mali yaptırımlar ayrıca, yurt dışında yaşayan Suriyelilerin ülkedeki akrabalarına (ki bu önemli bir gelir kaynağıydı) para göndermesini önemli ölçüde zorlaştırdı. Yaptırımlar, açık savaşın sona ermesinden sonra yaşam koşullarının bazı açılardan daha da kötüleşmesine önemli ölçüde katkıda bulundu. Örneğin, Dünya Gıda Programı (WFP), 2023’ün başlarında standart bir gıda sepetinin fiyatının Ekim 2019 ile Ekim 2022 arasında 15 kat arttığını duyurdu; Suriye’deki açlık, savaşın başladığı tarihten bu yana en kötü durumdaydı. Yaptırımların etkisi konusunda, Alman kamu yayın kuruluşu ARD’nin haber programı Tagesschau, olası açlık isyanlarına karşı 2020’de “Yoksulluk ve zorluklar Suriyelileri cesur kılıyor” ifadesini kullanmıştı.
Cumhurbaşkanı Esad hükümetinin devrilmesinden sonra, Almanya ve diğer Batılı devletler yaptırımlarını kaldırmaya başladı. Ahmed Şara liderliğindeki İslamcı rejim, 1500’den fazla Alevi azınlığın katledilmesine ve binden fazla kişinin hayatına mal olan Dürzilere karşı ölümcül şiddete karışmış olsa da dış politikada Batı’ya tabi olmaya hazır. Örneğin Afganistan da yaptırımlara tabi olmaya devam ediyor. Şubat 2023 gibi erken bir tarihte, Alman Afganistan uzmanı Conrad Schetter, ülke ekonomisinin “uluslararası yaptırımlar nedeniyle durma noktasına geldiğini” açıklamıştı. Bu arada, Afganistan’daki “halkın yüzde 97’si” “yoksulluk sınırının altında” yaşıyor; nüfusun çoğunluğu “doğrudan insani yardıma bağımlı.” Schetter o dönemde, “Bu yardım geri çekilirse, ciddi bir kıtlık tehlikesi ortaya çıkar,” diye uyarmıştı. Trump yönetimi şimdi insani yardımlarını kesti; AB ülkeleri de aynısını yapmaya başladı. Görüldüğü üzere Batı yaptırımları devam ediyor.
Çeviren: Semra Çelik
Glasgow otel grevcileri: Değerimizden daha az maaş almaktan bıktık
Eilidh Stewart
Counterfire/İskoçya
Geçtiğimiz pazar günü, sendikal hareket için tarihi bir gün oldu. Glasgow’daki Village Hotel’in cesur genç işçilerinin önderliğinde, 1979’dan bu yana Britanya’daki ilk büyük otel grevi gerçekleşti. Bu grevin önemi, elliden fazla kişinin sloganlar, konuşmalar, müzik ve dayanışmayla işçileri desteklemek için gelmesiyle ortaya çıktı. Enerji ve coşku güçlüydü. Konuşmalar diğer sendika üyeleri, aktivistler, politikacılar ve en önemlisi Village Hotel işçileri tarafından yapıldı.
Bir yıldan fazla süren müzakerelerin ardından, temmuz ayında Unite sendikası üyeleri, yüzde 81’lik katılımın yüzde 100’ünün lehte oy kullanmasıyla grev kararı aldı. İşçiler bir aylık grev için oy kullandı ve gerekirse yeniden oylamaya katılıp mücadeleyi bir ay daha sürdürmeye istekli oldukları açık. Anlaşmazlık, esas olarak şirketin gerçek yaşam ücretini ödememesi, yaşa dayalı ücret ayrımcılığı ve ücretli molaların olmamasıyla ilgili.
Bu tarihi eylemin önemi küçümsenemez. Konaklama sektörü, örgütlenmesi son derece zor bir sektör olmasının yanı sıra, düşük ücretli ve güvencesiz sözleşmelerle çalışan genç, geçici ve büyük ölçüde kadınlardan oluşan bir iş gücüyle de karakterizedir. Konaklama sektöründeki çalışma koşulları da oldukça kötü; yüksek düzeyde cinsel taciz, çok az mola veya hiç mola, sıfır saatlik sözleşmeler, sürekli değişen çalışma saatleri ve hem duygusal hem de fiziksel olarak zorlu bir çalışma ortamı söz konusu.
Grevde konuşan işçiler, molasız veya kısa süreli ücretsiz molalarla uzun vardiyalarda çalışmak zorunda kaldıklarını anlattılar. Bir işçi, “Ücretli molalar alamadığımızda, bu şirkete milyonlar kazandıran müşteri hizmetini nasıl sunabiliriz?” dedi. Bu, düşük ücretlerine, kötü çalışma koşullarına ve mola eksikliğinden kaynaklanan bitkinliklerine rağmen “gülümseyerek hizmet” sunmanın ek yüküne katlanmak zorunda kalan konaklama sektörü çalışanlarının ihtiyaç duyduğu duygusal emeği yansıtıyor. Çalışanlar, şirket markasının ve satılan ürünün bir parçası haline getiriliyor, ancak yine de “vasıfsız işçi” olarak etiketleniyor ve bu şekilde muamele görüyorlar. Konaklama sektöründeki işverenlerin ve genel olarak egemen sınıfın, ceplerini doldurmak için genç işçileri sömürmeye istekli olduğu apaçık ortada, ancak bu hiç kimse için yeni bir haber değil.
Çalışanların değindiği bir diğer konu da, işçilerin yalnızca 21 yaşın altında oldukları için daha az ücret aldıkları ücret ayrımcılığıydı. Bu ücret eşitsizliği, özellikle genç işçilerin artan kiralardan, artan enerji maliyetlerinden ve hayat pahalılığı krizinden muaf olmadıkları düşünüldüğünde, ayrımcılıktan başka bir şey değil. Dahası, konaklama sektöründeki genç işçileri büyük miktarlarda işe alarak tasarruf etme eğilimi, bu şirketlerin çalışanlarına ne kadar değer verdiğini gösteriyor. Grevcilerden birinin ifadesiyle: “Greve katılmaya karar vermemin sebebi, değerimin altında ücret almaktan bıkmış olmam.”
İşçilerin anlattığı en çarpıcı hikayelerden biri, babalık izni ödeneği alamayan on sekiz yaşında yeni bir babanın hikayesiydi. Bu babalık ödeneği şirkete yalnızca 600 sterline mal olurken, grev sırasında otelde kalan ve işçileri sindiren CEO büyük kârlar elde ediyor. Dahası, Village Hotel, dünyanın en büyük varlık yöneticisi Blackstone’a ait. Blackstone’un 1 trilyon sterlinin üzerinde varlığı var, ancak on sekiz yaşındaki yeni babaya 600 sterlin, işçilerine de talep ettikleri cüzi 39 penilik zammı ödeyemiyor.
Umarım bu eylem, ülke genelinde şu anda 3.5 milyon çalışanı olan konaklama sektöründe yankı bulur. Önümüzdeki hafta Londra’da gerçekleşecek bir otel greviyle ilerleme kaydedilebilir. Bu, otel çalışanları için sadece bir başlangıç. Çoğunluğu 21 yaşın altında olan bir grup çalışanın bu tarihi eylemi gerçekleştirmesi herkes için bir ilham kaynağı olmalı. Bu ivme dün herkes tarafından kesinlikle hissedildi ve grev boyunca otel dışında durup işçileri sindirmeyi uman Village Hotel yönetimine de yansıdı.
Village Hotel işçileri ağustos ayı boyunca grevde olacak. Zorluk, dünkü grevde yaşanan enerjiyi nasıl sürdüreceğimiz ve genç işçileri eyleme teşvik etmeye nasıl devam edeceğimiz olacak. Herkesin greve katılıp dayanışma göstermesi önemli.
Çeviren: Sarya Tunç
Almanya’nın başı çeken üyelerinden biri olmakla övündüğü ‘Batı’ sadece desteklediği veya bizzat katıldığı savaşlarla öldürmüyor; istenmeyen hükümetlerin devrilmesi için yürürlüğe sokulan yaptırımlar yılda yarım milyon… https://www.evrensel...